03-DİĞER

Browse

Recent Submissions

Now showing 1 - 20 of 1778
  • Item
    Pediatrik akut respiratuar distress sendromlu hastalarda etyoloji, klinik özellikler, uygulanan tedaviler ve sonuçları
    (Ankara Üniversitesi, 2021) Özgenç, Özgün
    Amaç: Pediatrik Akut Solunum Sıkıntısı Sendromu (PARDS), akciğerde yaygın inflamasyon ve artmış pulmoner vasküler geçirgenlik sebebiyle gelişen, hipoksemik akciğer yetmezliği ile karakterize klinik bir sendromdur. PARDS tanısı, Çocuk Yoğun Bakım Ünitesi (ÇYBÜ) başvurularının yaklaşık %2.3-3'ünü oluşturur ve tahminî mortalitesi %17-33'tür. Bu çalışmanın amacı, çocuk yoğun bakımlarda önemli bir morbidite ve mortalite sebebi olan PARDS'li hastalarda etiyolojiyi, hastalığın klinik özellikleri, uygulanan tedavileri, hastalığın morbidite ve mortalitesini belirlemektir. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 1 Ağustos 2019 ile 30 Eylül 2021 tarihleri arasında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Yoğun Bakım Ünitesinde yatmakta olup PARDS tanısı alan 38 hasta dahil edildi ve prospektif olarak izlendi. Hastaların verileri hasta takip formu aracılığı ile toplandı. Bulgular: Çalışma grubuna dahil edilen 38 hastanın yaşları 4 ile 220 ay arasında ve ortalama yaşı 54.2 ay iken, hastaların 16'sı kız (%42.1), 22'si erkek (%57.9) idi. Hastaların 5'i hafif (%13.2), 9'u orta (%23.7) ve 17'i ağır (%44.7) evre PARDS iken, evresi sınıflandırılamayan, yani NİMV altında izlenen 7 hasta mevcuttu (%18.4). Hastaların 36'sı pulmoner (%94.7), 2'si ise nonpulmoner (%5.3) PARDS idi. Hastaların 18'i (%47.4) hiç entübe olmadan veya entübasyon öncesinde NİMV'de izlendi, 31'i (%81.6) İMV'a alındı. Hastaların ventilasyon desteği dışında aldığı tedaviler; prone pozisyon, ekzojen sürfaktan ve kortikosteroid tedavisiydi. Hastaların MV'de kalma süresi ortalama 20 gün, yoğun bakımda kalma süresi ortalama 23 gün idi. Hastaların yaşam oranı %60.5 bulundu. Sürfaktan, inotrop, ekstrakorporeal tedavi, HFO veya ECMO desteği almanın mortaliteyi arttıran risk faktörleri olduğu belirlendi (p<0.01). Ayrıca ÇYBÜ yatış süresi uzayan ve PARDS komplikasyonu gelişen hastalarda da mortalite yüksek bulundu. Ölen hastalarda MV'deki PEEP değerlerinin yaşayanlara göre anlamlı olarak daha yüksek olduğu saptandı (p<0.05). Sonuç: PARDS, ÇYBÜ başvurularının ciddi, nispeten daha nadir ama yüksek mortalite ile ilişkili bir nedenidir. PARDS'nin pediatrik spesifik tanımlarının son zamanlarda geliştirilmesi, PARDS'de tanı, tedavi ve araştırmayı kolaylaştırmalıdır. Tedavinin en önemli basamağını mekanik ventilasyon oluşturmaktadır. Erken NİMV, akciğer koruyucu ventilasyon stratejileri ve tümü kanıtlarla desteklenen alanlarda PARDS yönetiminde ilerlemeler kaydedilmektedir. iNO, sürfaktan, HFO, prone pozisyonlama ve kortikosteroidlerin etkinliği hâlâ tartışmalıdır. Ekstrakorporeal membran oksijenasyonu bir kurtarma tedavisi olarak düşünülebilir. Aim: Pediatric Acute Respiratory Distress Syndrome (PARDS) is a clinical syndrome characterized by hypoxemic pulmonary failure due to diffuse inflammation in the lung and increased pulmonary vascular permeability. The diagnosis of PARDS accounts for approximately 2.3-3% of Pediatric Intensive Care Unit (PICU) admissions and its estimated mortality is 17-33%. The aim of this study is to determine the etiology, clinical features of the disease, treatments applied, morbidity and mortality of the disease in patients with PARDS, which is an important cause of morbidity and mortality in pediatric intensive care units. Materials and Methods: Thirty eight patients who were hospitalized in the Pediatric Intensive Care Unit of Ankara University Faculty of Medicine and diagnosed with PARDS between 1 August 2019-30 September 2021 were included and followed up prospectively. The data of the patients were collected through the patient follow-up form. Results: Mean age at the diagnosis was 54.2 (range, 1-220) months of 38 patients included to the study. Sixteen (42.1%) patients were female and 22 (57.9%) were male. Mild, moderate and severe PARDS were found in 5 (13.2%), 9 (23.7%) and 17 (44.7%) of the patients respectively. There were 7 patients followed on NİMV (18.4%) whose stage could not be classified. The origin of PARDS was pulmonary in 36 (94.7%) and non-pulmonary in 2 (5.3%). Eighteen (47.4%) of the patients were followed on NİMV, 31 (81.6%) were followed on IMV. Treatments received by patients other than ventilation support; prone position, exogenous surfactant and corticosteroid treatment. The mean duration of invasive ventilation was 20 days and the mean duration of intensive care unit stay was 23 days. The survival rate of the patients was 60.5%. Surfactant, inotropes, extracorporeal therapy, HFO or ECMO support were found to be risk factors increasing mortality (p<0.01). In addition, mortality was found to be high in patients with prolonged PICU hospitalization and PARDS complications. PEEP values were found to be significantly higher in patients who died (p<0.05). Conclusion: PARDS is a serious, relatively rare cause of PICU admissions, but associated with high mortality. The recent development of pediatric-specific definitions of PARDS should facilitate diagnosis, treatment, and research in PARDS. The most important step of treatment is mechanical ventilation. Advances are being made in early NİMV, lung protective ventilation strategies, and PARDS management in areas all supported by evidence. The use of iNO, surfactant, HFO, prone positioning and corticosteroids are still controversial. Extracorporeal membrane oxygenation can be considered as a salvage therapy.
  • Item
    Farklı yapıdaki Nİ-Tİ kanal eğelerinin değişik açılara sahip yapay kanallarda döngüsel yorgunluk dirençlerinin karşılaştırılması ve fraktür tiplerinin değerlendirilmesi
    (Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2020) Barut, Nilgün; Öztan, Meltem; Sonat, Bade; Gülşahı, Kamran; Other
    Çalışmamızın amacı, ProTaper Universal (PTU; Dentsply Maillefer, Ballaigues, Switzerland) ve ProTaper Gold (PTG; Dentsply Maillefer, Ballaigues, Switzerland) nikel titanyum eğelerinin, statik model altında, farklı açılarda döngüsel yorgunluk dirençlerini karşılaştırmaktır. Çalışma gruplarının her birinde 18 eğe olacak şekilde 6 ana deney grubu oluşturuldu. Enstrümanların döngüsel yorgunluk testlerini gerçekleştirmek için, daha önceki çalışmaların referansı doğrultusunda, 3 farklı açıda yapay kanal içeren paslanmaz çelikten hazırlanmış özel bir statik test düzeneği kullanıldı. Eğeler, üretici firma doğrultusunda, 45, 60 ve 90 derece kanal kurvatür açılarına, 5 mm eğim yarıçaplarına, 1.5 mm iç çapa sahip ve 19 mm uzunlukta paslanmaz çelikten oluşan yapay kanallarda kırılıncaya kadar döndürüldü. Eğelerin kırılıncaya kadar geçen süre dijital kronometre kullanılarak kaydedildi. Eğelerin kırılıncaya kadar yaptığı tur sayısı hesaplandı. Her bir gruba ait kırılan parça uzunlukları dijital elektronik kumpas kullanılarak ölçümleri yapıldı. Döngüsel yorgunluğa bağlı oluşan kırık parçaların morfolojik özelliklerini incelemek için her bir gruptan alınan rastgele örnekler tarama elektron mikroskobunda (Scanning Electron Microscopy (SEM)) değerlendirildi. Ana gruplar arası karşılaştırma için tek yönlü varyans analiz (Anova), ana gruplar içindeki alt grup karşılaştırmaları için de Tukey's post hoc testleri kullanılarak, istatistiksel değerlendirmeleri yapıldı. Çalışmamızın sonucunda, PTG eğesinin, bütün açı derecelerinde PTU eğe tipine kıyasla istatistiksel olarak anlamlı düzeyde, daha yüksek yorgunluk direnci gösterdiği bulundu. Eğelerin kırılan parça uzunlukları karşılaştırıldığında ise, PTU ile PTG eğelerinin 45 derece açılı kanalda, istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamadı. Buna karşın, PTG eğelerinin kırılan parça uzunlukları 60 derece açılı kanalda, PTU eğelerine göre daha uzun bulundu. PTG eğelerinin kırılan parça uzunlukları 90 derece açılı kanalda, PTU eğeleri ile karşılaştırıldığında ise istatistiksel olarak sınırda anlamlı bulundu. Farklı açılarda kırılan parça uzunlukları yönünden görülen bu farklılıklar, döngüsel yorgunluk testlerinde enstrümanların bükülme zamanlarındaki farklılıkla açıklandı. Kırılan parçaların SEM sonuçları değerlendirildiğinde ise, açı ve eğe tipine göre ayırım göstermeksizin döngüsel yorgunluğa bağlı kırılmadan oluşan daha önceki karakteristik yapılar gözlendi. Anahtar Kelimeler: Döngüsel yorgunluk, Nikel Titanyum enstrümanlar, ProTaper Gold, ProTaper Universal.
  • Item
    Konjuge pnömokok aşısı uygulaması sonrası çocuklarda invaziv pnömokok hastalığı sıklığı, serotip dağılımı ve antibiyotik direnci
    (Tıp Fakültesi, 2020) Ekin, Nihal; İnce, Erdal; Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
    Streptococcus pneumoniae, yaygın aşılama programlarına rağmen, enfeksiyon hastalıkları ile ilişkili ölümlerin en önemli nedenlerindendir. İlk olarak 2000 yılında yedi bileşenli konjuge pnömokok aşısı (KPA), ardından 2009'da KPA10 ve 2010'da KPA13 üretilmiş ve birçok ülkenin ulusal aşı takviminde yerlerini almışlardır. Bu aşıların uygulamalarından sonra tüm dünyada İPH insidansında ve antibiyotik direncinde azalma görülmüştür. Türkiye'de ilk olarak KPA7 Ekim 2005' de ruhsat almış, Nisan 2011 tarihinden sonra KPA13 Ulusal Aşı Takviminin bir parçası olmuştur. Dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi Türkiye'de de aşı uygulaması sonrasında İPH insidansında azalma, aşı kapsamındaki serotiplerle ilişkili invaziv hastalıklarda azalma, İPH neden olan serotiplerin aşı dışı serotipler lehine değişimi ve antibiyotik direnç oranlarında düşme olması beklenmektedir. Bu çalışma, KPA13 uygulaması sonrası ülkemizdeki pnömokok epidemiyolojisindeki değişimleri belirlemek ve gelecekteki aşı çalışmalarına yol gösterici olması amacıyla yapılmıştır. Çalışma, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi (AÜTF) Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, AÜTF Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Bilim Dalı, AÜTF Cebeci Hastanesi Merkez Mikrobiyoloji Laboratuvarı, Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Mikrobiyoloji Referans Laboratuvarları Daire Başkanlığı Ulusal Solunum Yolu Patojenleri Referans Laboratuvarı ve Ulusal Moleküler Mikrobiyoloji Referans Merkez Laboratuvarı'nda retrospektif olarak yürütüldü. Ekim 2009 ile Ekim 2019 tarihleri arasında AÜTF Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Genel Pediatri Polikliniği ve Acil Polikliniğine başvuran 0-18 yaş arasındaki çocuklardan invaziv pnömokok hastalığı tanısı alanlar çalışmaya dahil edildi. Pnömokok suşlarının penisilin ve sefotaksime karşı duyarlılığı E-test yöntemi ile Clinical Laboratory Standards Institute (CLSI) kriterleri temel alınarak belirlendi. İzolatlar Quellung reaksiyonu veya PCR yöntemi ile serotiplendirildi. Çalışma süresince 50 çocuğa invaziv pnömokok hastalığı tanısı konuldu. Altı hastada invaziv pnömokok hastalığı için risk oluşturan hastalık bulunmaktaydı. Bu hastalar dışında invaziv pnömokok hastalığı teşhisi konulan 6 hastada laboratuvardaki teknik nedenler nedeniyle serotip ve antibiyotik direnci değerlendirilemedi. Sadece önceden sağlıklı olan hastalardan elde edilen verilerle hastalık yaş dağılımı, hastalık insidansı ve serotip analizleri belirlendi. Önceden sağlıklı olan 44 hasta değerlendirildiğinde hastalardan 27 tanesi (%61,3) 2 yaş ve altında, 11 tanesi (%25) 2-5 yaş arasında, 6 tanesi (%13,7) 5 yaş üstündeydi. Bu sonuçlar İPH'ın halen 5 yaş altı çocuklarda daha yaygın olduğunu göstermektedir. Beş yaş altındaki çocuklar hastalık tipine göre değerlendirildiğinde, 30 (%79) hasta gizli bakteriyemi/sepsis, 8 (%21) hasta pürülan menenjit tanısı almıştır. Önceden sağlıklı olan 5 yaş üstü hastaların 5'i menenjit ve 1 tanesi bakteriyemi tanısı aldı. Çalışma süresince 5 yaş altı sağlıklı çocuklarda yıllık invaziv pnömokok hastalığı sıklığının, 2009 yılında 100.000 hastane başvurusunda 9,35'ten 2019'da 100.000 hastane başvurusunda 0,83'e anlamlı olarak azaldığı görülmüştür (p<0.001). Bu sonuçlar rutin aşı uygulaması sonrası invaziv hastalıkların görülme sıklığının azalacağı hipotezimizi desteklemektedir. Araştırmamızda serotipleme analizleri, KPA7 ve KPA13'ün rutin uygulamaya girdiği tarihlere göre ayrılarak değerlendirilmiştir. Çalışma süresi boyunca KPA7 serotipleri ve KPA13 serotipleri sırasıyla %28,9 (11/38) ve %44,7 (17/38) oranında görülmüştür. En sık saptanan serotipler, 19F (6 hasta), 23F (4 hasta) ve 7F (3 hasta), 31 (2 hasta) ve 24B (2 hasta) idi. KPA13 döneminde, tam aşılı 3 çocukta KPA13 kapsamında olan 19F serotipinin neden olduğu İPH görüldü. Çalışmamızdaki aşı dışı serotiplerin oranı ise KPA7 döneminde %54,5 (6/11), KPA13 döneminde %70,3 (19/27) olarak saptanmıştır. Aşı dışı serotiplerin oranı zaman içinde arttığı görüldü ancak bu artış istatiksel olarak anlamlı değildi (p= 0,557). Araştırmamızda KPA7 dönemindeki İPH'larda görülen KPA13 serotiplerinin oranı %81,8 (9/11) iken, KPA13 uygulaması sonrası 8 yıl içinde bu oran %29,6'ya (8/27) gerilemiştir. KPA7 döneminde saptanan serotiplerin 5'i (%45,5) 7 bileşenli, 9'u (%81,8) 13 bileşenli aşı tarafından kapsanmaktadır. Bu zaman diliminde görülen serotiplerden 2 (%18,1) tanesi hem KPA7 hem de KPA13 tarafından kapsanmıyordu. Ayrıca KPA7 döneminde görülen bu 2 aşı dışı serotip KPA15 ve KPA20'nin içeriğinde de yer almamaktadır. KPA13 döneminde saptanan izolatların 8'i (%29,7) 13 değerlikli aşı tarafından kapsanmaktadır. Bu dönemde KPA13 tarafından kapsanmayan 19 (%70,3) serotip belirlenmiştir. KPA13 tarafından kapsanmayan bu serotiplerin 1 (%5,2) tanesi KPA15, 5 (%26,3) tanesi KPA20 tarafından kapsanmaktadır. Çalışma periyodu boyunca tüm hastalarda aşı kapsama oranları incelendiğinde KPA7'nin serotip kapsama oranı %28,9 (11/38), KPA13' ünse %44,7 (17/38) olarak belirlenmiştir. Bu süreçte KPA15'in serotip kapsama oranı %47,3(18/38), KPA20'ninse %57,8 (22/38) olacağı saptanmıştır. Çalışmaya alınan 44 izolattan ikisi PCR ile saptandığı için, 1 tanesi de laboratuvardaki teknik nedenlerden dolayı antibiyotik duyarlılığı açısından incelenemedi. Nonmeningeal enfeksiyona göre penisilin ve seftriakson MİK değerleri incelendiğinde izolatların tümünün duyarlı olduğu bulundu. Meningeal enfeksiyona göre penisilin MİK değeri incelendiğinde 18 (%43,9) hastanın dirençli, seftriakson MİK değerine göre ise 4 (%9,75) hastanın dirençli olduğu belirlendi. KPA7 tarafından kapsananlar penisilin (meningeal enfeksiyona göre) duyarlılıkları açısından değerlendirildiğinde, izolatların 7'si (%70) penisilin dirençli, KPA13 tarafından kapsananların 7'si (%43,7) penisilin dirençliydi. Penisilin direnci görülen izolatlar içerisinde en sık 19F (4 izolat) ve 23F (3 izolat) serotipleri belirlendi. Aşı dışı serotiplerin penisilin direnç oranıysa %44,4 (8/18) olarak belirlendi. Çalışma periyodumuz 2009-2014 ve 2015-2019 olarak iki döneme ayrılıp beş yaş altı çocuklarda meningeal enfeksiyona göre penisilin ve seftriakson direnç oranları belirlendi. İki dönem arasında antibiyotik direnci açısından anlamlı bir fark bulunmadı. Sonuç olarak, çalışmamız tek merkezli olsa bile, KPA13 uygulaması sonrası 5 yaş altı çocuklarda invaziv pnömokok hastalığının sıklığında azalma olduğunu göstermiştir. Çalışmamızda aşı içeriğindeki serotiplerin oranı azalırken, aşı dışı serotiplerde artış olduğu belirlendi. Ancak diğer birçok ülkeden farklı olarak, aşı dışı serotiplerden 22F ve 33F'de artış izlenmedi. Çalışmamızda antibiyotik direnç oranlarında yıllara göre belirgin bir değişim görülmedi.
  • Item
    Obez çocuklarda solunum fonksiyonlarının ve ekshale nitrik oksit düzeylerinin değerlendirilmesi
    (Tıp Fakültesi, 2020) Hatamlı, Narmın; Çobanoğlu, Fatma Nazan; Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
    Obeziteye eşlik eden inflamasyon ve insülin direnci metabolik sorunların temelini oluşturmakta, pek çok sistemi etkileyen komplikasyonlara yol açabilmektedir. Son yıllarda çocuklarda obezite ile alt solunum yolu hastalıkları arasında da epidemiyolojik birliktelik olduğunun farkına varılmıştır. Bu durumdan sorumlu tutulan mekanizmalardan biri obezitenin solunum fonksiyonlarında bozulmaya neden olmasıdır. Obez çocuklarda solunum fonksiyon testleri değerlendirildiğinde, 1.saniyedeki zorlu ekspiratuar volüm/zorlu vital kapasite (FEV1/FVC) oranlarının, rezidüel volümlerinin (RV), ekspiratuvar rezerv volümlerinin (ERV) ve fonksiyonel rezidüel kapasitelerinin (FRC) düşük olduğu gösterilmiştir. Nitrik oksit (NO), gaz fazında bir moleküldür ve biyolojik dokularda vazodilatasyon, nöronal transmisyon ve immun savunma gibi pek çok hücresel ve dokusal işlevlerde düzenleyici bir rol oynar. Enflamasyonun NO sentezini artırdığının öğrenilmesi, NO'nun bir belirteç olarak kullanılabilmesini sağlamış, solunum yollarının enflamasyonunu göstermede nazal veya ekshale NO (eNO) düzeyi ölçümü invaziv olmayan bir yöntem olarak araştırılmaya başlanmıştır. Obez erişkin veya çocuk hastalarla yapılan az sayıdaki çalışmada da eNO düzeyleri obez olmayanlara göre yüksek bulunmuştur. Metabolik sendrom varlığı bazı çalışmalara göre eNO düzeyini arttırmakta bazılarına göre ise azaltmaktadır. Araştırmamızın birincil amacı adölesanlarda obezitenin akciğer fonksiyonları ile eNO düzeyleri üzerine etkilerini araştırmak, ikincil amacı ise metabolik sendrom varlığının akciğer fonksiyonları ile eNO düzeyleri üzerine etkilerini uaraştırmaktır. Adolesan Polikliniğine başvuran 10-18 yaş arasındaki 50 obez olgu çalışma grubunu, 50 sağlıklı birey kontrol grubunu oluşturdu. Obez hastaların öyküleri; boy, VA, boy sds, VKİ, %VKİ, VKİ z skoru, bel çevresi, boyun çevresi, tansiyon, puberte ve sistemik bulguları değerlendirilerek kaydedildi. Obezite ile birlikte insülin direnci, glukoz metabolizma bozukluğu, hipertansiyon ve dislipidemi varlığına bakıldı. Metabolik sendrom IDF kriterlerine göre belirlendi. Hastaların tüm vücut pletismografisi ile solunum fonksiyon testleri ve eNO ölçümü yapıldı. Çalışmamızda obez çocuklar kontrol grubu ile kıyaslandığında, FEV1/FVC oranlarının, FRC değerlerinin istatistiksel açıdan anlamlı olarak ve ERV değerlerinin istatistiksel açıdan sınırda anlamlı olarak düşük olduğu bulundu. Her iki gruba ait FVC, FEV1, FEF25-75, RV ve total akciğer kapasitesi (TLC) değerleri arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir fark bulunamadı. Kontrol ve obez grubun eNO değerleri incelendiğinde obez gruptaki olguların eNO değerleri yüksek bulunsa da iki grup arasında anlamlı fark saptanmadı. Kontrol grubunda metabolik sendromu olan yoktu. Metabolik sendromu olanların ERV değerlerinin metobolik sendromu olmayanlara göre anlamlı düzeyde yüksek bulunması dışında, iki grup arasında FVC, FEV1, FEV1/FVC, FRC, FEF25-75, RV, TLC ve eNO değerleri açısından anlamlı bir fark saptanmadı. Erkek çocuklarda bel çevresi persentil değeri 90 ve üzerinde olan olgularda eNO değeri persentil değeri 90'nın altında olanlara göre anlamlı düzeyde yüksek bulundu. Bel çevresi persentil değeri 90 ve üzerinde olan obez adölesanlarda eNO düzeyinin persentil değeri 90'nın altında olanlara göre daha yüksek bulunmuş olması santral obezitede enflamasyon oluştuğunun bir kanıtı olarak kabul edilebilir. Obezlerde FEV1/FVC oranlarının ve FRC düzeylerinin kontrol grubu ile kıyaslandığında daha düşük bulunmuş olması özellikle trunkal olarak biriken yağ dokusunun ortaya çıkardığı mekanik yükün solunum fonksiyonlarında bozulmaya yol açtığı görüşünü desteklemektedir. FEV1 ve FEF25-75 değerleri açısından fark olmaması ise eNO yüksekliğinin astıma bağlı olmadığını göstermektedir. Çalışmamızda aterojenik indeksi ≥4 olan grubun eNO değerleri <4 olan gruba göre anlamlı düzeyde yüksek saptanmış olması, eNO düzeyi ölçümünün obez çocuklarda ateroskleroz varlığını araştırmada önemli olabileceği fikrini desteklemektedir. Anahtar kelimeler: Obezite, ekshale nitrik oksit, solunum fonksiyon testi, pulmoner komplikasyonlar, metabolik sendrom.
  • Item
    3 boyutlu dijital modeller üzerinde yapılan ölçümlerin güvenilirliğinin ve tekrarlanabilirliğinin değerlendirilmesi
    (Diş Hekimliği Fakültesi, 2020) Öztürk, Narin; Akçam, Mehmet Okan; Other
    Bu çalışmanın amacı; dijital ortodontik modellerin güvenilirliğini test etmek, geleneksel alçı modeller ile boyutsal hassasiyet karşılaştırılmasını yapmak, böylece bilimsel çalışmalar ve klinik değerlendirmelerde yeterli hassasiyete sahip olup olmadığını değerlendirmektir. Bu amaçla çalışmaya 18'i kadın, 12'si erkek; 10 Angle Sınıf I, 10 Angle Sınıf II ve 10 Angle Sınıf III toplam 30 birey dahil edilmiştir. Araştırma materyalini; bu bireylerden elde edilen maksiller ve mandibular ortodontik alçı modeller, alçı modellerin 3Shape Trios (TRIOS POD, 3 Shape, Copenhagen, Denmark) intraoral tarayıcı ile taranması sonucu elde edilen üç boyutlu dijital modeller ve 3Shape Trios ile bu bireylerin direkt ağız içi taramaları ile elde edilen dijital modeller oluşturmaktadır. Çalışmamızda üst ve alt modellerde toplam 22 adet ölçüm yapılmıştır. Geleneksel alçı modeller üzerinde ölçümler bir dijital kumpas (Mitutoyo Corp., Tokyo, Japan) kullanılarak, dijital modeller üzerinde ölçümler ise 3Shape Ortho Analyzer (Copenhagen, Denmark) programı kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Yapılan tüm ölçümler 4 hafta sonra tekrarlanmış olup, ölçümler tek bir araştırıcı tarafından uygulanmıştır. İlk ve ikinci ölçümler arasında farklar bağımlı gruplar t-testi ile analiz edilmiştir. İlk ve ikinci ölçüm ortalamalarının çalışma grupları arasında alt çene ve üst çeneye göre karşılaştırılmasında Varyans analizi (ANOVA) kullanılmıştır. Fark çıkan parametreler çoklu karşılaştırmalar testleri (post hoc) ile incelenmiştir. Yöntemlerin güvenilirliğinin değerlendirilmesinde ICC (intraclass correlation coefficient) değerleri kullanılmıştır. Üst ve alt çenede bakılan tüm parametreler için ilk ve ikinci ölçümler arasındaki ICC değerleri tüm gruplarda 0.80 üzerinde saptanmıştır. Gruplar arası karşılaştırmada, istatistiksel olarak anlamlı bulunan farklar klinik olarak anlamlı bulunmamıştır. Fark saptanan parametrelerde dijital modellerin ortalama değerleri, geleneksel alçı modellerden daha yüksek olduğu görülmüştür. Dijital model grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır. 3Shape (TRIOS POD, 3 Shape, Copenhagen Denmark) ağız içi tarayıcı ile elde edilen dijital model ölçümlerinin hassas ve güvenilir olduğu tespit edilmiştir. Dijital modellerin bilimsel ve klinik çalışmalarda geleneksel alçı modellerin yerine kullanılabileceği sonucuna varılabilir.
  • Item
    Ön kafa tabanı' nın endoskopik anatomisi ve morfometrik ölçümleri
    (Tıp Fakültesi, 2020) Kılınç, Mustafa Cemil; Kahıloğulları, Gökmen; Beyin ve Sinir Cerrahisi
    Endoskop, kafatabanı ameliyatlarında tek başına görüntüleme aracı olarak veya mikroskopik ameliyatlarda cerrahi koridordun dar olduğu vakalarda lezyona yaklaşımı daha kolay sağlamak amacıyla kullanılır. Literatürde son yıllarda ön kafa tabanı patolojilerinde endoskopik cerrahi ön plana çıkmış olup bazı seçkin vakalarda mikroskopik cerrahinin yerini almaya başlamıştır. Endoskopik cerrahinin ivme kazanması; cerrahi başarı oranını artırmak ve cerrahi sırasında gelişebilecek komplikasyonların azaltılması hususunda ön kafa tabanının daha detaylı incelenmesi gereksinimi ortaya çıkarmıştır. Bu çalışmada 7 kadavra üzerinde çalışılmıştır. Çalışma öncesinde her bir kadavraya ince kesit beyin ve paranazal sinüs tomografileri çekilmiştir, ardından endoskopik bilateral endonazal yaklaşımla ön kafa tabanına ulaşılarak, endoskopik cerrahi anatomi ortaya koyulmuş ve anatomik varyasyonlar tanımlanmıştır. Nazal tavandaki önemli anatomik landmarklar ortaya konmuştur ve Anterior-posterior etmoid arterlerin bu yapılara olan uzaklıkları ölçülmüştür. Ayrıca anatomik ölçümler, radyolojik ölçümler ile desteklenmiştir ve daha özgün bir çalışma elde edilmiştir. Anahtar Kelimeler: Anatomi, Endoskopik, Ön Kafa Tabanı.
  • Item
    HBeAg negatif kronik HBV enfeksiyonu olan (Doğal seyir faz 3) hastalarda insülin direnci ile HBV DNA düzeyi arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi
    (Tıp Fakültesi, 2020) Şenoymak, Mustafa Can; Özkan, Hasan; İç Hastalıkları
    Giriş ve Amaç: Kronik Hepatit B (KHB) Enfeksiyonu; karaciğer yetmezliği, karaciğer sirozu ve hepatoselüler kanser risk artışıyla tüm dünyada önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Konaktaki viral yükün belirteci olan HBV DNA düzeyi konak faktörlerinden etkilenen bir parametredir. Bu çalışmada bir konak faktörü olarak insülin direnci ile, HBV DNA düzeyi arasındaki ilişki incelenmiştir. Materyal ve Metod: Çalışma kapsamında EASL 2017 kılavuzuna göre "HBeAg negatif kronik HBV Enfeksiyonu" (doğal seyir faz 3, inaktif taşıyıcı) tanılı 146 hasta geriye yönelik incelenmiş olup hastaların demografik, antropometrik, histopatolojik, radyolojik ve laboratuvar verileri kaydedilmiştir. Hastaların HOMA-IR düzeyleri hesaplanmış ve buna göre hastalar insülin direnci olan ve olmayan olarak iki gruba ayrılmıştır. İki grup arasında başta HBV DNA olmak üzere belirtilen tüm parametreler karışlaştırmalı olarak değerlendirilmiştir. Bulgular: 77 hastada (%52,7) HOMA-IR 2.5 ve üzerinde olup insülin direnci pozitif bulunmuş kalan 69 hastada (%47.3) bu değer 2,5'in altında olup insülin direnci negatif bulunmuştur. HBV DNA ortanca değeri insülin direnci olan grupta 410 iken insülin direnci olmayan grupta 350 saptanmış ve iki grup arasında istatistiksel anlam bulunmamıştır (p:0,537). HBV DNA düzeyi sadece HBsAg ile pozitif yönde yaş ve Anti-HBs düzeyi ile negatif yönde ilişkili saptanmıştır (p < 0.005). İnsülin direnci olan grupta vücut kitle indeksi, ultrasonografide hepatosteatoz varlığı, açlık kan glukozu, açlık insülini, total protein, ggt, trigliserid (TG), vldl, ürik asit düzeyi, trigliserit/hdl oranı insülin direnci olmayan gruba göre yüksek ve hdl düzeyi düşük bulunmuştur (p < 0.005). Ultrasonografide hepatosteatoz saptanan hastaların, saptanmayanlara göre GGT düzeyi ve TG/HDL oranı yüksek bulunmuştur (p < 0.005). TG/HDL oranının insülin direncini öngörmede bağımsız bir etken olduğu ve bu oranda her 1 birimlik artılın insülin direnci gelişme riskini 2.1 kat arttırdığı saptanmıştır. Sonuç: Bu çalışmada inaktif HBV taşıyıcılarında insülin direnci ile HBV DNA düzeyi arasında anlamlı bir ilişki olmadığı saptanmıştır. Ayrıca insülin direncinin bu hastalarda genel topluma göre daha sık gözlendiği, yüksek VKİ, hepatosteatoz oranı, VLDL, TG, GGT, total protein, ürik asit, TG/HDL oranı ve düşük HDL ile ilişkili olduğu bulunmuştur. TG/HDL oranının insülin direncini öngörmede başarılı olduğu bulunmuştur. Anahtar Kelimeler: Kronik Hepatit B, HBV DNA, HOMA, insülin direnci, viral yük
  • Item
    Sepsis ve septik şoktaki hastalarda akut gastrointestinal hasar ile gastrointestinal disfonksiyon arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi
    (Tıp Fakültesi, 2020) Tekeş, Mustafa Altay; Altıntaş, Neriman Defne; İç Hastalıkları
    Sepsis ve Septik Şoktaki Hastalarda Akut Gastrointestinal Hasar ile Gastrointestinal Disfonksiyon Arasındaki İlişkinin Değerlendirilmesi Giriş ve Amaç: Sepsis yoğun bakım ünitelerinde mortalite ve uzun dönem morbiditenin en sık sebeplerinden biri olup sepsiste akut gastrointestinal hasar ve disfonksiyon klinik önemi yakın zamanda fark edilen bir konudur. Sepsiste kullanılan skorlama sistemlerinde gastrointestinal sisteme yönelik bir bulgu veya laboratuvar parametresi bulunmamaktadır. Bu çalışmada gastrointestinal hasar ve fonksiyon belirteçleri ile sepsis seyri, mortalite, SOFA ve APACHEII gibi skorlama sistemleri arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Materyal-Metod: Kesitsel tipteki bu çalışmaya Kasım 2018 – Ocak 2019 tarihleri arasında İç Hastalıkları Yoğun Bakım Ünitesi'ne yatan, APACHEII skoru 15 ve üstü olan, en az 72 saat yoğun bakım yatışı öngörülen, 18 yaşından büyük hastalar ve İç Hastalıkları Poliklinikleri'ne başvuran aynı sayıda sağlıklı kontrol dahil edildi. Hastalar ESICM'in Gastrointestinal Disfonksiyon Tanı ve Yönetim Kılavuzu gastrointestinal disfonksiyon belirti ve bulgularına göre 7 gün boyunca günlük değerlendirildi. Rutin laboratuvar sonuçları kaydedildi. Ayrıca hastaların yatışlarının 48-72. saatlerinde alınan kan örneklerinden i-FABP ve sitrülin çalışıldı. Bulgular: Toplam 51 hasta ve 51 sağlıklı kontrol çalışmaya dahil edildi. Hasta grubunun sitrülin ortalaması kontrol grubundan düşük bulundu (sırasıyla 11,6 ve 13,0; p=0,004). Hasta grubunda i-FABP ve sitrülin arasında pozitif yönlü ve orta düzeyde ilişki saptandı (Spearman Korelasyon Katsayısı:0,567, p<0,001). Akut gastrointestinal hasar gelişen grubun mortalitesi daha yüksek bulundu. Gastrointestinal hasar gelişen hastalarda akut böbrek hasarının daha sık geliştiği görüldü. AGH gelişen ve gelişmeyen hastaların i-FABP ve sitrülin düzeyleri arasında anlamlı farklılık saptanmadı. Tek değişkenli analiz sonuçlarına göre APACHEII ve 1. gün SOFA skoru mortaliteyle ilişkili bulundu; i-FABP veya sitrülin düzeyleri ile mortalite arasında ilişki saptanmadı. Tartışma: Akut gastrointestinal hasarda sitrülin düzeylerinin azalması ve i-FABP düzeylerinin artması beklenmiş, ancak çalışmamızda bu ilişki gösterilememiştir. Bu durum ön planda renal hasara sekonder düşünülmüştür. Gastrointestinal disfonksiyon gelişimi, azalmış sağkalımla ilişkili bulunmuştur. Bu nedenle kritik hastalarda kullanılan prognostik skorlamalarda gastrointestinal fonksiyonların değerlendirmeye alınması makul olabilir. Gastrointestinal hasar belirteçlerinin gastrointestinal disfonksiyonla ilişkisinin daha iyi tanımlanabilmesi için ileri çalışmalara ihtiyaç doğmuştur. Sonuç: Bizim çalışmamızda dahili yoğun bakım ünitesinde sepsis nedeniyle takip edilen hastalar incelendiğinde AGH gelişimi MODS'un önemli bir komponentidir. Septik dahili yoğun bakım hastalarında sitrülin düzeyi daha düşük olmakla beraber, sitrülin veya i-FABP ile gastrointestinal disfonksiyon ya da mortalite arasında anlamlı ilişki gösterilememiştir.
  • Item
    Çocukluk çağı hipertansiyonu
    (Tıp Fakültesi, 2020) Öztürk, Musa; Yalçınkaya, Fatma Fatoş; Other
    Çocukluk çağı hipertansiyonu sıklığı her geçen gün artmakta ve önemli bir sağlık sorunu haline gelmektedir. Amaç: Bu çalışmada amaç çocukluk çağı hipertansiyonu tanısı, altta yatan nedenleri ve hedef organ hasarını değerlendirmektir. Metod: Ankara Üniversitesi Çocuk Nefroloji Bilim Dalı'nda 2005'ten beri izlenen hastalardan 1 Ocak 2019 ve 30 Haziran 2019 arasında poliklinik başvurusu olanlar çalışmaya dahil edilmiştir. Hasta verileri dosyalardan geçmişe dönük toplandı. Bulgular: Çalışmamıza ortanca yaşları 13(1-18) yıl, izlem süreleri 16(6-195) ay, 181'i erkek olan 312 hasta alındı. Anlık başvuru kan basıncı incelemesinde Amerikan Pediyatri Akademisi 2017 rehberine göre %85, Task Force 2004 rehberine göre ise %80 hasta hipertansif saptandı. Çalışma grubundaki hastaların 269'una yaşam içi kan basıncı izlemi yapıldı. Wühl normalleri ile değerlendirilen %51 hastanın 24 saat sistolik ortalamasının hipertansif olduğu görüldü. Hastaların %18'inde sol ventrikül hipertrofisi, %9'unda retinopati saptandı. Çalışma grubundaki 56 hasta birincil, 108 hasta ikincil ve 148 hasta obezite ilişkili hipertansiyon tanısı ile izlenmekteydi. Renal hastalıklar ikincil hipertansiyonun en sık(%69) nedenini oluşturmaktaydı. Hastaların %47'sinde sadece yaşam tarzı değişikliği ve hipertansiyon karşıtı diyet önerisi ile kan basıncı kontrol altına alındığı görüldü. Çalışma grubunun %30'unda enapril, %9'unda amlodipin tedavisi tek başına kullanılmaktaydı. Sonuç: Çocukluk çağı hipertansiyonunda obezite en sık görülen nedendir. Hipertansiyon konusunda farkındalığın ve gelişmişliğin artması erken ve doğru tanı konulmasını sağlamaktadır. Bu nedenle anlık kan basıncı, yaşam içi kan basıncı izlemi ve hedef organı hasarı ilişkisi yeniden gözden geçirilmelidir. Hipertansiyon izleminde hedef organ hasarının varlığı mutlaka dikkate alınmalıdır.
  • Item
    Non-obstruktif azospermili hastalarda ejekülatta ve TESE materyalinde bakılan PCNA ve LİM-15 gen ekspresyon düzeylerinin tese'de sperm bulma konusunda prediktif değeri
    (Tıp Fakültesi, 2020) İbiş, Muhammed Arif; Aydos, Kaan; Üroloji
    Amaç: Kliniğimizde NOA tanısı konularak TESE işlemi uygulanan hastalarda, ejekülatta ve testis dokusunda bakılan PCNA ve LİM-15 gen ekspresyon düzeylerinin TESE başarısını öngörme olasılığını incelemek Yöntem ve Gereç: Çalışmaya Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi üroloji polikliniğine 01 Şubat 2018 ve 31 Temmuz 2019 tarihleri arasında başvuran, NOA tanısı ile mTESE cerrahi endikasyonu konulan hastalar dahil edilmiştir. mTESE yapılmış olan tüm hastalardan cerrahi öncesi 7 gün içinde Lim 15 ve PCNA gen ekspresyon düzeyleri ölçülmek üzere semen örneği alınmıştır. TESE işlemi sırasında, sperm hücresi araştırmak, Lim 15 ve PCNA gen ekspresyon düzeyleri ölçmek ve testis histolojisini değerlendirmek için ayrı ayrı doku örnekleri alınmıştır. Alınan semen örneği ve testis dokusu bir dizi işlemden geçtikten sonra dokularda revers transkriptaz enzimi ile cDNA'lar sentezlenmiştir. Daha sonrasında ise RT-PCR ile ekspresyon düzeyleri ölçülmüştür. Sonuçlar TESE'de sperm bulunan ve bulunmayan iki grup arasında karşılaştırılmıştır. Bulgular: Çalışmaya 22-45 yaş aralığında dahil edilen 143 hastanın ortalama yaşı 34,3 (± 4,2) olarak saptanmıştır. Hastaların 73'ünde TESE'de sperm saptanırken (%51), kalan 70'inde (%49) sperm gözlenmemiştir. Hastaların total testosteron değerinin 116-821 ng/dl arasında değiştiği ve ortalama total testosteron değerinin 431,02 (±161,2) ng/dl olduğu görülmüştür. Hastaların FSH düzeyleri ise 1,1-28 arasında değişmekte olup, ortalama FSH değeri 6,19 (±5,8) mIU/ml olarak bulunmuştur. Bu sonuçlara göre yaşın, serum total testosteron ve FSH düzeylerinin, TESE'de sperm elde etme oranları üzerine anlamlı bir etkisinin olmadığı anlaşılmıştır (Yaş; p=0,982, Total testosteron; p=0,120, FSH; p=0,362). Hastaların ultrasonografik olarak ölçülen sağ ve sol testis volüm ortalamaları sırasıyla 15,45 (±6,5) ml ve 15,55 (±6,2) ml idi. Hastalar testis volümlerine göre 5 ml ve altı, 5-15 ml ve 15 ml üstü olarak 3 gruba ayrılmıştır. Üç grup, sperm bulma açısından birbirleri ile karşılaştırıldığında testis volmü 15 ml'den yüksek olan grupta istatistiksel olarak daha fazla sperm bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır (p=0,008). Aynı şekilde testis volmü 6-15 ml olan hastalarda sperm bulma şansının, testis volmü 5 ml'den küçük olgularınkinden istatistiksel olarak daha fazla olduğu görülmüştür (p<0,05). Yapılan TESE işleminde testis patolojisi MA ve HS gelen hasta gruplarında, patolojisi SCO gelen hasta grubuna göre sperm elde etme şansının istatistiksel olarak daha fazla olduğu gösterilmiştir (p<0,05). Aynı şekilde patolojisi HS gelen grupta, patolojisi MA olan gruba göre sperm elde etme şansının istatistiksel olarak daha fazla olduğu gösterilmiştir (p<0,05). TESE dokusunda ölçülen PCNA ve LİM-15 ve semende ölçülen LİM-15 gen ekspresyon miktarı açısından sperm bulunan ve bulunmayan iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark olduğu saptanmıştır (TESE-PCNA; p=0,038, TESE-LİM-15; p=0,022 Semen-LİM-15; p=0,004). Semende ölçülen PCNA ekspresyon miktarı açısından sperm bulunan ve bulunmayan iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır. Sonuç: NOA'lı hastalarda, TESE işleminde alınan dokularda ölçülen PCNA ve LİM-15 gen ekspresyon düzeylerinin ve semen örneklerinde ölçülen LİM-15 gen ekspresyon düzeyinin TESE'de sperm saptanması ile korele olduğu gösterilmiştir. Hasta sayısının arttırılması halinde semende ölçülen PCNA gen ekspresyon düzeyinin de istatistiksel olarak anlamlı çıkacağı düşünülmektedir. PCNA ve LİM-15 gen ekspresyon düzeyleri, kendi biyolojik çocuklarına sahip olma umuduyla YÜT için hazırlık yapan infertil hastalara daha kaliteli danışmanlık hizmeti verilmesinin yolunu açacak ve gereksiz maliyetlerin engellenmesi sağlanacaktır. Anahtar Sözcükler: azospermi, prediktif faktör, testiküler sperm ekstraksiyonu, infertilite
  • Item
    Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi çocuk acil servise 24 saat içerisinde aynı/ilişkili şikayet ile tekrar başvuran hastaların özellikleri
    (Tıp Fakültesi, 2020) Ekşi, Muhammed Ali; Tekin, Deniz; Other
    Acil servise tekrar başvuran hastaların değerlendirilmesi, acil servis hizmetinin kalite göstergelerinden biri olarak kullanılmaktadır. Tekrar başvurular acil servis kalabalığını artırarak kalabalığın yol açtığı tüm sorunlara katkıda bulunmakta ve hasta ile doktorlar açısından tıbbi ve hukuki sorunlara neden olmaktadır. Çalışmamızın amacı; Ankara Üniversitesi Hastanesi Çocuk Acil Servisi'ne erken dönemde tekrar başvuran hastaların demografik ve klinik özelliklerini, tekrar başvuru oranlarını ve hastaların tıbbi, kurumsal veya bireysel risk faktörlerini belirlemekti. Çalışmamıza çocuk acil servise 24 saat içerisinde aynı veya ilişkili semptom ile tekrar başvuran 622 hasta dahil edildi. Tekrar başvuru oranı % 0,54 olarak saptandı. Tekrar başvuran hastaların 252 (%40,5)'si 0-2 yaş aralığındaydı. Başvuru şikayetlerinin 266 (%42,8)'sının ateş, 114 (%18,3)'ünün kusma, 99 (%15,9)'unun hırıltı-öksürük, 52 (%8,4)'sinin karın ağrısı olduğu saptandı.Hastaların tekrar başvuru sebepleri incelendiğinde 453 (%72,8)'ünün şikayetlerinin artması veya devam etmesi, 115 (%18,5)'inin yeni bir şikayeti olması, 31 (%5)'inin doktorun aileyi tam olarak bilgilendirmemiş olması, 12 (% 1.9)'sinin tedaviye bağlı yan etki, 11 (%1,8)'inin ise reçete edilen tedaviyi almaması nedeniyle tekrar başvurduğu saptandı. Hastaların tekrar başvuru sonuçlarına bakıldığında hastaların 21 (%3,4)'inin hastaneye yatırıldığı, 156 (% 25,1)'sının müşahadeye alındığı, 97 (%15,6)'sinin ilacının değiştirildiği, 126 (% 20,3)'sına ek tetkik yapıldığı, 194 (%31,2)'üne aynı önerilerin tekrarlandığı, 28 (% 4,5)'ine ek tetkik yapılarak ilacının değiştirildiği saptandı. Tekrar başvuran hastalardan başvuru öncesi hastane yatış öyküsü ve kronik hastalığı olanların daha fazla hastaneye yatırıldığı saptandı. Hastaneye yatırılan hastalara bakıldığında 6 (%28,5)'sının apandisit, 6 (%28,5)'sının pnömoni olduğu saptandı. Pnömoni nedeni ile yatırılan hastaların 5 (%83)'i 1 yaşından küçüktü. Dolayısıyla 1 yaş altı çocuklarda özellikle üst solunum yolu enfeksiyonlarının ve tüm çocukluk döneminde karın ağrısı şikayetlerinindikkatle değerlendirilmesi ve gerektiğinde yakın kontrol muayenesinin planlanması gerektiğini düşünmekteyiz. Anahtar Kelimeler: Acil servis kullanımı, çocuk acil servis, sağlık hizmeti, tekrar başvuru.
  • Item
    Periferik arter hastalıkları ile oturma şekilleri arasındaki ilişki
    (Tıp Fakültesi, 2020) Asfour, Mohamed; Kumbasar, Sadettin Deniz; Kardiyoloji
    Periferik arter hastalığı (PAH), ateroskleroza bağlı olarak bir veya daha fazla periferik arteriyel yapının parsiyel veya tam obstruksiyonu olarak tanımlanır. Üst ekstremite ve baş-boyun damarları da aterosklerozdan etkilenmesine rağmen, PAH tanımı pratikte alt ekstremite arterlerinin aterosklerotik hastalığı icin kullanılmaktadır. Çoğu PAH vakasında, aterosklerotik plaklar, distal ekstremiteye kan akışını kısıtlayan arteriyel akış lümenini daraltmaktadır. Bu anlamda iliak ve tibial arterlerdeki lezyonların tanı, tedavi ve prognoz açısından değerlendirilmesi önem taşımaktadır. Buna dayanarak çalışmamızda PAH ile oturma şekilleri arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Bu amaçla Ankara Üniverstesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dal'ında PAH tanısı almış 150 gönüllü hastada altı farklı oturma pozisyonu; süre, sıklık, karıncalanma ve ağrı kriterlerini değerlendiren anket ve sonrasında da arter lezyonları değerlendirilmiştir. Çalışma sonucunda %91.3 'ünü erkek hastaların oluşturduğu, yaş ortalaması 66.27±9.56 olan hastalar değerlendirilmiş ve PAH ile oturma pozisyonları arasında ilişki bulunmuştur. Bu ilişki özellikle tek ayağın alta ya da diz üzerine alındığı oturma pozisyonlarında daha belirgindir. Daha uzun süreli ve sık oturma durumlarının iliak arterlerde (CİA ve EİA) lezyon ilişkili olduğu saptanırken, ATA, SFA, PA ve PTA lezyonları olan grupta hasta sayısı oldukça az olduğu için kesin sonuca varılamamakla birlikte bu durum saptanmamıştır. Çalışma literatürde konu ile ilgili ilk çalışma olduğu için özgün bir değere sahiptir. Sonuç olarak PAH tanı, tedavi ve prognozunda iliak arterler ile oturma pozisyon, süre ve sıklığının dikkate alınması gerektiğini öneriyoruz.
  • Item
    Kolorektal kanserlerde açık cerrahi mi, laparoskopik cerrahi mi venöz tromboembolizm açısından daha risklidir?
    (Tıp Fakültesi, 2020) Erzincan, Miraç Barış; Uncu, Hakan; Genel Cerrahi
    Kolorektal Kanserlerde Açık Cerrahi mi, Laparoskopik Cerrahi mi Venöz Tromboembolizm Açısından Daha Risklidir? Amaç: Tezdeki amacımız günümüzde kolorektal kanser cerrahisinde major role sahip olan laparoskopik cerrahi yöntemi ile açık cerrahi yöntemini, postoperatif dönemde gelişen venöz tromboembolizm (VTE) insidansı açısından karşılaştırmaktır. Giriş: VTE kolorektal kanser cerrahisi yapılan hastalarda morbidite ve mortalitenin en önemli nedenlerinin başında gelmektedir. Günümüzde kolorektal kanser cerrahisi ameliyatlarında laparoskopik yöntem kullanımı açık yöntemi geride bırakarak major role sahip olmuştur. Ancak literatürde laparoskopik cerrahiyi açık cerrahiyle venöz tromboembolizm gelişme oranı açısından karşılaştıran çok az sayıda çalışma vardır ve bu çalışmaların sonuçları farklılık göstermektedir. Oysaki kolorektal kanser cerrahisinde VTE gelişim riski açısından açık ve laparoskopik yaklaşım karşılaştırıldığında edinilecek bilgi, açık ve laparoskopik cerrahi uygulanacak hastalarda uygun tromboprofilaksi seçiminde ve venöz tromboemboli açısından riski yüksek hastalarda seçilecek cerrahi yöntemi belirlemek açısından önem arz etmektedir. Gereç ve yöntem: Prospektif kohort çalışmamıza, Kasım 2018–Kasım 2019 tarihleri arasında prospektif olarak toplam 112 hasta dahil edildi, 8 hastanın preoperatif dupleks incelemesinde DVT saptanması nedeniyle bu hastalar çalışma dışı bırakıldı. Hastalar ameliyat yöntemine göre laparoskopik grup ve açık grup olmak üzere iki gruba ayrıldı. Ayrıca hastalar DVT gelişim yeri ve sürelerine göre 0-7. gün distal DVT, 0-7. gün proksimal DVT, 0-7. gün bilateral DVT, 8-30. gün distal DVT, 8-30. gün proksimal DVT, 8-30. gün bilateral DVT, 0-7. gün toplam DVT, 0-30. gün toplam DVT, 0-30. gün toplam bilateral DVT olmak üzere 9 gruba ayrıldı. Kolorektal kanser nedeniyle ameliyat edilen hastalarda uygulanan laparoskopik ve açık yöntemin bu 9 grupla ilişkisine bakıldı. İstatistiksel incelemede p değeri <0,05 olanlar istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: Laparoskopik ve açık grubun demografik ve preoperatif klinik özellikleri karşılaştırıldığında yaş ortalaması (p=0,02) haricinde istatistiksel anlamlı fark 86 saptanmadı. Laparoskopik ve açık grup postoperatif klinik özellikleri ve komplikasyonlar açısından karşılaştırıldığında ameliyat süreleri (p=0,001) ve yüzeyel cerrahi alan enfeksiyonu (p=0,02) haricinde istatistiksel anlamlı fark saptanmadı. 0-7. gün distal DVT, 0-7. gün proksimal DVT, 0-7. gün bilateral DVT, 8-30. gün distal DVT, 8-30. gün proksimal DVT, 8-30. gün bilateral DVT, 0-7. gün toplam DVT, 0- 30. gün toplam DVT, 0-30. gün toplam bilateral DVT grupları ile laparoskopik ve açık yöntem arasında anlamlı fark saptanmadı (p>0,05). Ancak istatistiksel olarak anlamlı olmasa dahi laparoskopik grupta DVT gelişim oranı daha düşük bulundu. Sonuç: Kolorektal kanser cerrahisi yapılan hastalarda ameliyat yöntemi ile DVT gelişimi arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. Ancak her ne kadar istatistiksel olarak anlamlı olmasa da laparoskopik grupta VTE gelişim oranı daha düşük bulunmuştur. Laparoskopik ve açık grup arasında preoperatif ve postoperatif klinik özellikler ile komplikasyonlar açısından belirgin bir fark olmaması laparoskopik yöntem için VTE açısından daha düşük riskli hastaların seçilme olasılığını ortadan kaldırmaktadır. Laparoskopik yöntem pnömoperitoneum, ters trendelenburg pozisyonu ve uzun ameliyat süresi gibi VTE oluşumuna yol açtığı düşünülen teknik zorluklara sahip olsa da postoperatif VTE gelişimi açısından çalışmamızda açık yöntemle eşit hatta daha iyi sonuçlara sahiptir. Kesin bir açıklama yapmak için daha fazla sayılı çalışmaya ihtiyaç olmakla birlikte tez çalışmamız laparoskopik yöntemin kolorektal kanser cerrahisinde VTE gelişimi açısından bir risk oluşturmadığı hatta koruyucu bir faktör olabileceğini akla getirmektedir. Anahtar sözcükler: Venöz tromboembolizm, laparoskopik cerrahi, açık cerrahi, kolorektal kanser
  • Item
    Demir eksikliğine bağlı anemide oral demir sülfat kullanımının demir ve hepsidin metabolizması ile ilişkili laboratuar değerlerine ve klinik bulgulara etkisinin incelenmesi
    (Tıp Fakültesi, 2020) Yüksel, Merve; Yüksel, Meltem; İç Hastalıkları
    Giriş ve Amaç: DEA günlük klinik pratikte sık rastlanan genel bir sağlık sorunudur. Vücutta demirin büyük miktarı Hb sentezi için kullanılır ve demir hücre proliferasyonu, enerji üretimi, DNA sentezi ve solunumsal birçok biyolojik fonksiyonlar için kritik bir öneme sahiptir .Son yıllarda demir metabolizmasının daha iyi anlaşılmasıyla birlikte; DEA tedavisinde tedavi rejimlerinin gözden geçirilmesi ihtiyacını doğurmuştur. Bu verilerden yola çıkarak bu çalışmada DEA tanısı alan premenapozal kadınlarda; farklı doz ve pozolojide oral ferröz sülfat tedavisinin ; etkinliğini, hepsidin ile ilişkisini, tedavi uyumu ve gastrointestinal yan etkileri değerlendirmeyi amaçladık. Materyal ve Metod: Çalışmamız prospektif gözlemsel çalışma olup , DEA tanısı almış 18-50 yaş arasındaki premenapozal kadın hastalar alındı. Farklı pozoloji ve dozda oral ferröz sülfat tedavisi başlanan hastalar, birinci grupda 2*1günlük, ikinci grupda 1*1 günlük ve üçüncü grupda gün aşırı 1*1şeklinde 3 gruba ayrılmış ve tedavileri 3 aya tamamlanmıştır. Tedavi öncesi ve ikinci hafta arasında Hb ve Hepsidin; üçüncü ayda ise ferritin, %TS, TDBK , Hb değişimleri değerlendirilmiştir. Bulgular: İkinci hafta sonunda anlamlı Hb artışı izlendi(p<0.01) ve ortalama Hb artışı ; birinci ve ikinci grupda sırasıyla 1.38±1.04 ve 1.03±0.48 artarak ≥ 1 g/dl iken, gün aşırı verilen grupda ise 0.69±0.36 artarak <1 g/dl kalmıştır (sırasıyla p= 0.020, p=0.019). Üçüncü ay sonunda ise her üç grupta Hb düzeyinde anlamlı yükselme olduğu tespit edildi (p<0.001) ve gruplar arasında Hb artışı benzerdi( p>0.05). Ferritindeki değişim incelendiğinde birinci grupda (2*1); ikinci ve üçüncü gruba göre ferritinin istatiksel olarak anlamlı şekilde daha fazla yükseldiği görüldü(p<0.05). Grup 2 ile grup 3 arasında ferritin değişim değerleri bakımından fark bulunmadı (p>0.05). %TS artışı ve TDBK 'deki azalma tedavi sonunda her üç grupda benzer oranda saptandı(p>0.05). ikinci hafta ve başlangıç hepsidin arasında değişim en fazla ikinci grupda gözlendi(p:0.024) ve 3 grup arasında ise hepsidin değişimi benzerdi (p=0.708). Gastrointestinal yan etki 2*1 alan birinci grupda , ikinci ve üçüncü gruba göre daha fazla izlendi(p<0.05). Grup 1 ve 2'de hastalarda tedavi sonunda benzer oranda iştah ve kilo artışı görülürken(p>0.05), grup 3'de iştah ve kilo artışı görülmedi. Sonuç: Çalışmamızda ikinci hafta sonunda birinci ve ikinci tedavi grubunda ≥1 g/dl üçüncü tedavi grubunda ise <1 g/dl Hb artışı izlenmiş olup; tedavi sonunda ise her üç grupda anemi anlamlı derecede düzeldi ve Hb artışı benzerdi. Ancak birinci grupda belirgin meydana gelen gastrointestinal yan etkilerden dolayı 2*1 yerine günlük 1*1 ya da gün aşırı 1*1 tedavi şeklinin daha uygun olacağını düşünmekteyiz. Anahtar Kelimeler: Demir Eksikliği Anemisi, Hepsidin, Ferröz Sülfat, Hemoglobin
  • Item
    Aksiyel spondiloartropatili hastalarda fekal kalprotektin, serum interlökin 17/23, malondialdehit, glutatyon peroksidaz düzeyleri ve klinik, laboratuvar parametreleri, hastalık aktivite ölçekleri ile ilişkileri
    (Tıp Fakültesi, 2020) Soysal, Merve; Kutlay, Şehim; Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon
    Amaç:Aksiyel Spondiloartropati (AxSpA)tanılı non-steroidal anti-inflamatuvar ilaç (NSAII) veya anti-TNF kullanan hasta grubu ile kontrol grubunda fekal kalprotektin (fCal), serum IL-17/23, malondialdehit (MDA) ve glutatyon peroskidaz (GPO) düzeylerinin karşılaştırılması ve AxSpA grubunda fCal, serum IL-17/23, MDA ve GPO düzeylerinin demografik, laboratuvar, klinik özellikler, hastalık aktivite ölçekleri ile ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışma, kesitsel bir çalışma olarak tasarlandı. Çalışmaya toplam 75 kişi dahil edildi. NSAII grubuna 25 hasta, anti-TNF grubuna 25 hasta, kontrol grubuna 25 gönüllü katıldı. Çalışmaya katılan bireyler hastalık aktivite ölçekleri, ESH, CRP ile değerlendirildi. Çalışmaya katılan bireylerin ELISA yöntemi ile gayta örneklerinden fCal, serum örneklerinden IL-17/23, spektrofotometrik yöntem ile MDA ve GPO düzeyleri ölçüldü. Bulgular: NSAII grubunda fCal düzeyi anti-TNF grubuna göre daha yüksek, kontrol grubunda ise en düşük düzeyde bulunmuş olup bu fark istatistiksel olarak anlamlı değildir. Anti-TNF grubunda NSAII grubuna göre IL-23 düzeyi daha yüksektir.IL-17, MDA ve GPO düzeyleri için gruplar arasında anlamlı fark saptanmamıştır. Geçmişte sulfosalazin kullanım öyküsü ile fCal düzeyi arasında negatif yönde güçlü bir ilişki saptanmıştır. HLA-B27 pozitifliği ile fCal düzeyi arasında pozitif yönde zayıf bir ilişki saptanmıştır. AxSpA grubunda CRP ile fCal düzeyi arasında pozitif yönde zayıf bir ilişki saptanmıştır. Fekal kalpotektin ile hastalık aktivite ölçekleri arasında ilişki saptanmamıştır. IL-17 ile BASDAI, ASDAS-CRP arasında pozitif yönde zayıf bir ilişki saptanırken, MASES ile arasında pozitif yönde güçlü bir ilişki saptanmıştır. IL-23 ile hastalık aktivite ölçekleri arasında ilişki saptanmamıştır. MDA ile BASFI ve BASDAI arasında pozitif yönde zayıf güçte bir ilişki saptanmıştır. Sadece IL-23 ile GPO arasında negatif yönde zayıf bir ilişki saptanmış, diğer düzeylerin arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki gözlenmemiştir. Sonuç: NSAII grubunda fCal düzeyi anti-TNF grubuna göre daha yüksektir. Anti-TNF grubunda NSAII grubuna göre IL-23 düzeyi daha yüksektir. IL-17 ile BASDAI, ASDAS-CRP, MASES arasında; MDA ile BASFI ve BASDAI anlamlı ilişki saptanmıştır.Sadece IL-23 ile GPO arasında negatif yönde ilişki saptanmıştır. AxSpA'lı hastalarda fCal, IL17/23, MDA ve GPO'yu inceleyen daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır. Anahtar kelimeler: Aksiyel spondiloartropati, non-steroidal anti-inflamatuvar ilaç, anti-TNF, fekal kalprotektin, IL17, IL23, malondialdehit, glutatyon peroksidaz
  • Item
    2007-2018 yılları arasında pediatrik immünoloji-allerji bilim dalında geçici veya sınıflandırılamayan hipogamaglobulinemi tanısı ile izlenen hastaların klinik immünolojik ve laboratuar özelliklerinin değerlendirilmesi
    (Tıp Fakültesi, 2020) Yılmaz, Merve Karaman; Doğu, Esin Figen; Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
    Süt çocuğunun geçici hipogamaglobulinemisi; spesifik antikor yanıtlarında sorun olmaksızın bebeklerde fizyolojik hipogamaglobulinemi durumunun uzamasıdır. Dört yaş üzerinde hipogamaglobulinemisi devam eden olgular sınıflandırılamayan hipogamaglobulinemi olarak isimlendirilir. Bu çalışmada, 2007-2018 yılları arasında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk İmmünoloji-Allerji Bilim Dalı'na başvuran ve geçici veya sınıflandırılamayan hipogamaglobulinemi tanısı alan 318 olgunun; klinik ve immünolojik özelliklerinin incelenmesi, hastaların prognozlarının ve immünglobulinlerinin normale dönüş yaşlarının belirlenmesi amaçlandı. Olguların %44,3'ünü süt çocuğunun geçici hipogamaglobulinemisi, %55,7'sini sınıflandırılamayan hipogamaglobulinemi olgularının oluşturduğu görüldü. Sınıflandırılamayan hipogamaglobulinemi tanısı ile takip edilen hastaların %27'sinin izlemde hipogamaglobulinemisi düzeldi. Hastalarda semptomların başlangıç yaşları median 7 ay (1-30 ay), tanı yaşları median 18 ay (6-36ay) olduğu görüldü. SHG tanılı olguların tanı yaşlarının daha büyük olduğu ve semptomların başlangıcından tanıya kadar geçen sürenin daha uzun olduğu görüldü (p<0,001). Hastaların en sık başvuru şikayetleri tekrarlayan enfeksiyondu (%96). İkinci sıklıkta olguların %58'inde allerjik semptomların olduğu görüldü. Hastaların tanı anında İgG düşüklüğüyle birlikte; İgM ve İgA düşüklüğü SHG tanılı hastalarda SÇGH tanılı hastalara göre daha fazlaydı (p<0,001). Hastaların %25'inin tanı anında tüm immunoglobulin değerleri yaşa göre düşüktü. Olguların %76'sı antibiyotik profilaksisi almıştı. SHG tanılı hastaların daha fazla profilaksi aldığı görüldü (p=0,008). İg replasmanı verilen hastamız yoktu. Hastaların izlem süresi ortalama 36,8 ± 21,7 (min-max:6-132) aydı. Çalışma süresinde SHG tanılı 177 olgunun %27'sinin (n=48) ig düzeyleri normal aralıkta izlendi. Geriye kalan olguların % 14,6'sında (n=26) İzole İgM düşüklüğü, % 11,8'inde (n=21) izole İgA düşüklüğü görüldü. SÇGH ve SHG olguları birlikte değerlendirildiğinde immünglobulin değerleri normale gelen 189 olgunun %90'ı (n=171) 6 yaştan önce düzelmişti. Sonuç olarak SÇGH ön tanılı olgularda hipogamaglobulineminin düzelmesi çoğunlukla altı yaşından önce olmaktadır. Tanı anında hangi hastanın düzeleceğini ve SÇGH tanısı alacağını tahmin etmemizi sağlayacak bir test yoktur, bu nedenle düzelmeyen olgularda diğer PİY'lerin dışlanması ve komplikasyonların önlenmesi açısından olguların düzenli aralıklarla klinik ve immünolojik olarak değerlendirilmesi önemlidir. Anahtar kelimeler: Antikor eksiklikleri, geçici hipogamaglobulinemi, primer immün yetmezlik
  • Item
    Allojenik hematopoetik kök hücre nakli yapılan hastaların akraba donörlerinde kısa ve uzun dönemde gelişen yan etkiler, komorbid hastalıklar ve sağkalım oranlarının belirlenmesi
    (Tıp Fakültesi, 2020) Aydoğan, Merve; Yüksel, Meltem; İç Hastalıkları
    Giriş: Organ, doku ya da kök hücre bağışları her zaman gönüllülük esasına dayanan bir süreç ile başlar. Hiçbir beklenti içinde olmadan bir insana yardım etmek, verici için en büyük motivasyon kaynağıdır. Allojenik hematopoetik kök hücre nakli sırasında ve sonrasında vericide bir takım istenmeyen tıbbi fiziksel ve psikolojik sonuçlarla karşılaşılabilir. Bu sonuçlar verici adaylarında endişelere yol açmaktadır. Ayrıca uzun süreli takiplerde ortaya çıkan komorbid hastalıklar, günlük aktivite ve iş gücü kayıpları, vericilerin bağış konusundaki düşünceleri merak edilen konulardır. Yöntem: Ocak 2010 ile Mart 2019 arasında bağış yapan akraba allojenik kök hücre donörleri (n= 257) çalışmaya dahil edildi. Etik kurul onayı alındıktan sonra 18 yaş ve üzeri vericiler ile ortalama 10 dakika (min-maks:4-21) süren telefon görüşmesi yapılarak 14 sorudan oluşan bir anket yapıldı. Anket vericilerin demografik özelliklerini, ek hastalıklarını, nakil süresinde ve sonrasında yaşadıkları sorunları, günlük aktivite ve iş gücü kayıplarını ve vericilerin bağış konusundaki düşüncülerini sorgulayan soruları içeriyordu. Bulgular: 257 akraba vericiden 175'si (%68,1) ile telefon görüşmesi yapıldı. Geriye kalan 82 (%31,9) verici ile çeşitli sebeplerden görüşme yapılamadı. 82 vericinin %80,5'ine (n=66) ulaşılamadı. %14,6'sı (n=12) görüşme yapmayı kabul etmedi. %3,7'si (n=3) 18 yaşından küçük olduğu için çalışma dışında kaldı. Bir verici ise (%1,2) nakilden 5 yıl sonra 54 yaşında hemorajik serebrovasküler olay geçirmesi sebebiyle vefat ettiği için çalışmaya alınamadı. Görüşme yapılan 175 vericinin 87'si (%49,8) kadın, 88'i (%50,2) erkek idi. Ortalama takip süresi 62.7±34,5 aydı (ortanca:61, min-maks:4-117). Vericilerin %82,3'ü (n=144) periferik kandan, %13,1'i (n=23) kemik iliğinden, %4,6'sı (n=8) ise hem periferik kandan hem kemik iliğinden bağışta bulunmuştur. Tüm periferik kök hücre vericilerine orjinal granülosit-koloni uyarıcı faktör yapılmıştır. Periferik kandan kök hücre mobilizasyonu sırasında en sık bildirilen yan etki kemik ağrısı (%57,2) olmuştur. Onu sırasıyla sırt-bel ağrısı, kas ağrısı, baş ağrısı, uykusuzluk, halsizlik, eklem ağrısı ve grip benzeri şikayetler takip etmiştir. Periferik kandan kök hücre bağışı yapan 2 (%1,31) kadın vericide ciddi yan etki görülmüştür. Bu vericilerden birinde lökoferezden sonra salpingooferektomi ve diğerinde ise nefrektomi ve çoklu tromboz ile sonuçlanan komplikasyon meydana gelmiştir. Ayrıca bir (%0,7) erkek vericide komplikasyona yol açmayan splenomegali görülmüştür. Lökoferez sırasında en çok bildirilen yan etkiler sırasıyla nöropati, hipotansiyon ve tetani olmuştur. Lökoferez için santral kateter takılan 43 vericiden sadece birinde (%2,3) kateter takılırken kardiyak aritmi ve buna bağlı kısa süreli bilinç kaybı olmuştur. Kemik iliğinden yapılan nakillerde en çok bildirilen yan etkiler sırasıyla işleme bağlı ağrı, bel ağrısı, yürüme güçlüğü olmuştur ve ciddi yan etki hiç görülmemiştir. CD34+ hücre sayısı istatistiksel olarak anlamlı olmasada kadın cinsiyette, genç yaş grubunda, kilolu olanlarda ve sigara içmeyenlerde daha yüksek bulunmuştur. 175 vericinin %44'ü (n=77) aynı gün günlük yaşam aktivitelerini yerine getirebilirken, %43,4'ü (n=76) 1-7 günde, %12,6'sı (n=22) >7 günde günlük aktivitelerine dönebilmiştir. Periferik kandan kök hücre bağışı yapan vericilerin %51,4'ü (n=74) aynı gün günlük aktivitelerini yapabilmiştir (p=0,001). 84 çalışan vericiden %27,4'ü (n=23) işlerine aynı gün işe dönebilmiştir ve bunların hepsi sadece periferik kandan kök hücre bağışı yapan vericilerdir. Vericilerin %65,1'i (n=114) tekrar gönüllü kök hücre vericisi olmak isterken, %12,6'sı (n=22) sadece akrabası için verici olabileceğini, %16'sı (n=28) verici olmak istemediğini, %6,3'ü (n=11) ise kararsız olduğunu söylemiştir. Sadece bir verici (%0,6) bağış sonrası kendisini suçlu hissederken, diğer tüm vericiler huzurlu hissetmişlerdir. Vericilerin %92,6'sı (n=162) kök hücre bağışını önermiştir. Nakilden sonraki süreçte vericilerde en çok görülen kronik hastalıklar sırasıyla; %10,3 kas-iskelet-eklem patolojisi, %5,7 kronik yorgunluk, %4 hipertansiyon, %3,4 diabetes mellitüs, %2,3 hiperlipidemi olmuştur. Sonuç: Kök hücre bağışı konusunda toplumu doğru bilinçlendirmek ve verici adaylarının endişelerini azaltmak önemlidir. Bağış sonrasında ortaya çıkan yan etkilerin çoğu geçici olurken, çok az soranda ciddi yan etki görülmektedir. Donasyon ciddi anlamda günlük aktivite ve iş gücü kayıplarına neden olmamaktadır. Anahtar Kelimeler: Periferik kan, kemik iliği, yan etki, kök hücre bağışı, telofon görüşmesi, günlük aktivite, iş gücü kaybı
  • Item
    Trombotik trombositopenik purpurada prognostik faktörler
    (Tıp Fakültesi, 2020) Yalçıner, Merih; İlhan, Osman; İç Hastalıkları
    Giriş ve Amaç: Trombotik Trombositopenik Purpura (TTP), mikroanjiopatik hemolitik anemi, ciddi trombositopeni, disemine mikrovasküler trombüs ilişkili organ iskemisi ile karakterize nadir ve yaşamı tehdit eden bir trombotik mikroanjiopatidir. Plazma değişiminin tedavide kullanılmaya başlanmasından beri mortalite önemli ölçüde azalmış olsa da, TTP'nin halen hastane içi mortalite ve morbidite açısından yüksek risk taşıdığı yaygın olarak kabul görmektedir. Literatürde mortaliteyi etkileyen faktörleri araştıran çalışmalar olmakla birlikte, mortaliteyi tahmin etmek için yaygın olarak kullanılabilecek standardize bir prognostik model hala bulunmamaktadır. Bu çalışmada, hastaların klinik ve laboratuvar özellikleri, kullanılan tedavi modaliteleri ve hastalık seyri boyunca gelişen komplikasyonlar taranarak mortalite, tedavi yanıtı, erken ve geç relaps üzerindeki etkilerinin araştırılması planlanmıştır. Materyal – Metod: Çalışmamıza 18 yaşından büyük, TTP tanısı ile plazmaferez tedavisi görmüş olan 77 hasta dahil edildi. Hastalara ait yaş, araştırmaya dahil edilen ek komorbiditeleri, TTP etyolojisi, klinik özellikleri, hasta kabulü ve takibindeki trombosit, hemoglobin, kreatinin, albümin, LDH, INR, aPTT düzeyleri, uygulanan terapötik plazma değişimi işlem sayıları, diğer tedavi modaliteleri, tedavi süresince laboratuvar değerlerindeki değişiklikler, takip süresinde gelişen tromboz, intrakraniyel kanama, akut böbrek hasarı, inme, myokard enfarktüsünün dahil olduğu klinik bilgiler, ADAMTS13 aktivitesi ve inhibitör düzeyleri ve tedavi yanıtları değerlendirildi. Her hasta için Rose Skoru hesaplandı. Elde edilen veriler istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Bulgular: Çalışmada toplam 77 hastaya ait veriler değerlendirildi. Hastaların 37'si erkek (%48,1) ve 40'ı kadın idi (%51,9). Hastaların yaş ortalaması 49,317,5 yıl olarak bulundu. TTP'ye ilişkili ölüm görülen ve görülmeyen hastaların cinsiyet dağılımı benzerdi (p=0,418). Eksitus olan hastalarda ortanca yaş 63 (19-84), olmayan hastalarda 48,2 (18-85) olarak bulundu, ancak fark istatistiksel olarak anlamlı değildi. Kronik hastalıkları ve kardiyovasküler risk faktörleri değerlendirildiğinde, kronik hastalıklar ile eksitus arsında anlamlı ilişki yoktu, obez hastalarda mortalite daha yüksek oranda görüldü (p=0,015). Ayrıca sigara içenlerde de mortalite anlamlı olarak daha yüksekti (p<0,001). ADAMTS13 testleri ve TTP etyolojisi ile mortalite arasında anlamlı ilişkili bulunmadı. Klinik özellikler incelendiğinde, Renal ve nörolojik semptom ve bulgusu olanlarda mortalite daha yüksekti (p değerleri sırasıyla 0,031 ve 0,013). Ayrıca, TTP pentadı görülmesi, mortalite ile anlamlı olarak ilişkiliydi (p=0,001). Laboratuvar parametreleri değerlendirildiğinde, hemoglobin düzeyi eksitus olanlarda daha düşük ve kreatinin ve LDH düzeyleri daha yüksekti. Uygulanan plazmaferez sayısı eksitus olan hastalarda daha düşük olmakla birlikte istatistiksel olarak anlamlı değildi. Tedavi sonrasında trombosit sayıları 100.000 ve 150.000 10^9/L olan ve LDH normalize olan hastalarda mortalite anlamlı olarak daha düşük bulundu (p<0,001). Trombosit sayısı 50.000 10^9/L üzerine çıktığında hemoglobin ve albümin değerleri daha yüksek ve LDH ve kreatinin değerleri daha düşük olan hastalarda mortalite daha düşüktü. Trombosit infüzyon sayısı ve Rose skoru daha yüksek olan hastalarda mortalite anlamlı olarak daha yüksekti (p<0,001). Takip süresinde akut böbrek hasarı ve myokard enfarktüsü gelişimi, mortalite ile anlamlı olarak ilişkiliydi (p<0,001). İlk epizotta tam ve parsiyel yanıt elde edilen hasta sayısı 67 (%87) olarak bulundu. Dahil edilen laboratuvar ve klinik parametreler ile erken ve geç relaps arasında anlamlı ilişki gösterilemedi. Tartışma: Çalışmamızda TTP ile ilişkili mortalitenin, hastaların başvuru sırasındaki klinik ve laboratuvar özellikleri ile birlikte önceden var olan ek komorbiditeleri, kardiyovasküler risk faktörleri ve hastaların takibi süresince laboratuvar parametrelerindeki değişiklikler ve gelişen klinik olaylar ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. TTP hastalarının takibi sırasında ek komorbiditeler ve kardiyovasküler risk faktörleri detaylı olarak değerlendirilmelidir. Gelecekte geliştirilecek prognostik skorlama sistemlerine tedavi başlangıcı sonrasında değişen laboratuvar parametreleri ve takip süresinde gelişen komplikasyonların dahil edilmesi düşünülebilir.
  • Item
    Kan grubu uyuşumsuzluğunun haploidentik transplant sonuçlarına etkisi ve kan grubu dönüşüm süreci
    (Tıp Fakültesi, 2020) Gökgöz, Melis; Topçuoğlu, Pervin; Other
    Giriş ve Amaç: AHKN malign ve malign olmayan hematolojik hastalıkları şifa ile tedavi etme potansiyeli olan bir tedavi yöntemidir. AHKN tedavisinde en iyi sonuçlar HLA tam uyuşumlu kardeş vericilerden alınan kök hücreler ile yapılan nakillerle sağlanmaktadır. Ancak bir hastanın bir kardeşinin HLA tam uyuşumlu verici olma ihtimali %25' 'tir. Kaynakların taranması sonucu HLA tam uyuşumlu verici bulunamaz ise tekrar aile içi taramaya dönülür ve haploidentik vericiler taranır. HHKN nde verici seçimi için her ne kadar şart olmasa da ABO kan grubu uyuşumu da vericinin tercih edilme nedenlerinden biridir. Bu çalışmada biz kan grubu uyumsuzluğunun HHKN üzerinde; alıcıda kan grubu dönüşüm sürecini,erken ve geç dönem hematolojik komplikasyonları, ,transplant kinetiklerini incelemeyi amaçladık. MateryalHastalar-Metod: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Bilim Dalı ve Ankara Medicana International Hastanesi Hematoloji Bölümü Kök Hücre Nakil Ünitelerinde 2012-2020 yılları arasında hematolojik bir hastalık nedeniyle haploidentik periferik kan kök hücre nakli yapılan hastaların 123'ü çalışmaya alındı..İstatistiksel analiz için SPSS 23.0 for Windows programı kullanıldı. Sürekli değişkenlerin normallik analizi Kolmogorov Smirnov testi ve beraberinde tanımlayıcı istatistiklerden skewness ve kurtosis ile değerlendirildi. Tüm verilerde en az bir grupta veriler normal dağılmadığından tüm testler non-parametrik yapıldı. Tanımlayıcı istatistikler; kategorik değişkenler için sayı ve yüzde, sayısal değişkenler için ortanca (minumum-maksimum) olarak verildi. Bağımsız iki grupta sayısal değişkenlerin fark analizi Mann Whitney-U testi ile ve birden fazla grup için Kruskall Wallis testi yapıldı. Bağımsız gruplarda oranların karşılaştırılması Ki-Kare Analizi ile yapıldı. Sağkalım analizi Kaplan Meier Survival Analizi ile yapıldı. İstatistiksel anlamlılık seviyesi p<0,05 olarak kabul edildi. Bulgular: Tüm hastalar önce ABO uyum durumuna göre engrafman kinetikleri açısından değerlendirildiğinde; Nötrofil ve Trombosit engrafmanı açısından da istatiksel farklılık yoktu. Eritrosit engrafmanları sadece Ankara Üniversitesi Hematoloji Bilim Dalı verileri ile değerlendirildi. İstatiksel fark yoktu. Akut ve Kronik GVHD GvHD insidansı açısından da istatiksel farklılık yoktu. Saf eritroid aplazi açısından değerlendirildiğinde; ABO uyumlu grupta %5 (n=1), major uyumsuz grupta %14 (n=1), olarak saptandı. Gruplar arasında fark yoktu. Nüks, Nüks Olmayan Mortalite, Erken transplant ilişkili mortalite, Geç transplant ilişkili mortalite, Toplam ve Lösemisiz sağ kalım açısından da gruplar arasında fark yoktu. ABO uyumsuz grup sadece AÜTF Hematoloji Bilim Dalı 'nda HHKN olan hasta grubunda değerlendirilebildi. İstatistiksel olarak anlamlı bir sonuca ulaşılamadı. Tartışma ve Ssonuç: Bu çalışmada verici ve alıcı ABO uyumlu olan ve ABO uyumlu olmayan HHKN yapılan hastaların miyeloablatif ve non miyeloablatif hazırlık rejimlerinin de etkisi altında; engraftman kinetikleri, akut ve kronik GVHDGvHH, relaps, relaps olmayan mortalite, toplam sağ kalım ve lösemisiz sağ kalım üzerine olumsuz etkisi izlenmemiştir. Çalışmamızdaki Sınırlı sınırlı ve Yaygın yaygın Kr. GVHD kendi arasında istatistiksel olarak karşılaştırılamayacak durumda olduğu için yorum yapılamamaktadır.
  • Item
    Yaşlı hastalarda kolorektal kanser ve kolon poliplerinin tanısında tam kan belirteçlerinin değerlendirilmesi
    (Tıp Fakültesi, 2020) Karakaya, Melek Gonca; Soykan, Arif İrfan; İç Hastalıkları
    Yaşlı Hastalarda Kolorektal Kanser ve Kolon Poliplerinin Tanısında Tam Kan Belirteçlerinin Değerlendirilmesi Giriş ve Amaç: Geriatrik yaş grubunda kolorektal kanser (KRK) ve kolon polibi önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Kolorektal kanserde tanı ve tarama amacı ile altın standart olarak kolonoskopik değerlendirme kullanılmaktadır. Bu çalışmada kolonoskopik değerlendirmenin yapılamadığı hastalarda tam kan belirteçlerinin KRK tanısındaki yeri araştırılmıştır. Yöntem: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bilim Dalı endoskopi ünitesinde 2012 ile 2019 tarihleri arasında yapılan endoskopik işlemler retrospektif olarak taranmıştır. Belirlenen dışlama ve dahil etme kriterleri sonucunda hastalar normal kolonoskopi, kolon polibi ve KRK grubu olarak 3 gruba ayrılmıştır. Bu gruplar arasındaki farklar istatistiksel olarak değerlendirilerek, anemisi olmayan hastalara ayrı alt grup analizi yapılmıştır. Anemisi olmayan KRK'li hastaların ayırımı için tam kan belirteçlerinin duyarlılık, özgünlük ve ayırım değerleri hesaplanmıştır. Bulgular: Tüm tam kan belirteçlerinde KRK grubunda normal kolonoskopik değerlendirmesi olan gruba göre anlamlı olarak yüksek saptanmıştır (p<0,001). Kolon polibi olan grup ile normal kolonoskopi grubunun ayırımında istatistiksel olarak anlamlı çıkan testler ise sadece eritrosit dağılım genişliği (EDG) ve ortalama trombosit hacmidir (OTH). Anemisi olmayan alt grup analizinde ise anlamlı olan tüm bu belirteçler içerisinde ROC analizi ile en yüksek başarı oranı (AUROC=0,89) OTH'de saptanmıştır. Anemisi olmayan kolon polibi ile anemisi olmayan normal kolonoskopi grubu ile sadece EDG ve OTH değerlerinde anlamlı olarak yükseklik saptanmıştır (p<0,001). Sonuç: Tam kan belirteçleri geriatrik yaş grubunda KRK ayırımı için kolay ulaşılabilir ve ucuz yöntemler olması nedeni ile yol gösterici olarak kullanılabilir. Özellikle anemisi olmayan geriatrik hastalarda OTH yüksek başarı oranı ile KRK olasılığını ortaya koymaktadır. Böylelikle endoskopik değerlendirmenin gecikmesine engel olabilecektir. Anahtar Kelimeler: Kolorektal kanser (KRK), Kolon polibi, Eritrosit dağılım genişliği (EDG), Nötrofil-Lenfosit oranı (NLO), Trombosit-Lenfosit oranı (TLO), Ortalama trombosit hacmi (OTH), Plateletkrit (PKT)